Türkiye’de son yıllarda üzerinde en çok tartışmaların ve konuşmaların yapıldığı konuların başında İstanbul Sözleşmesi gelmektedir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’nin de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi gerektiği” yönünde görüş beyan ettiği kamuoyuna yansıdı.
AK Parti Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş da benzer yönde açıklamalar yaptı.
Fakat Ak Parti MYK üyelerinin bu konuda farklı görüşlere sahip olduğu söyleniyor.
İstanbul Sözleşmesine destek verenlerin şunlar olduğu söylenebilir: CHP, HDP, Türkiye Komünist Partisi, İyi Parti, Gelecek Partisi, AK Parti İçerisinde bazı kesimler, MOR Çatı, Kadın Dayanışma Vakfı, Türk Kadınlar Birliği ve her türlü LGBTİ+ eğilimli gruplar.
İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasını isteyenler, AK Partililerin bir kısmı, Saadet Partisi, HÜDA-PAR, Yeniden Refah Partisi, TÜGVA, Türkiye Yazarlar Birliği, Anadolu Gençlik Derneği, Türkiye Aile Meclisi, Ensar Vakfı vd.
Ülkemizde köylü kesimden şehirli kesime, ilkokul mezunlarından üniversite mezunlarına kadar, toplumun bütün kesimlerinde İstanbul Sözleşmesine ve 6284 Sayılı Kanuna ilişkin belirgin fikirlerin oluştuğuna şahit oldum. Ülkemizin en ücra köylerinde bile İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun ve bunlar temelli sorunlar konuşuluyor.
Geçenlerde KADEM, İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğünün sürdürülmesini öngören kapsamlı bir açıklama yaptı. Ben bu makalede, bu açıklamaya ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunacağım. 16 maddeden oluşan bu açıklamanın bir kısmı, tamamen Sözleşmeye yönelik tespit ve tanıtım mahiyetindedir. Bunlara temas etmeyeceğim.
1- KADEM’in açıklamalarının 2. maddesinde, Sözleşmenin amaçlarına yer verilmiştir (Sözleşmenin 1. maddesi). Bu maddede, kadınların her türlü şiddete karşı korunması, şiddetin önlenmesi, kovuşturulması, ortadan kaldırılması, bunlara yardım edilmesi için kapsamlı çerçeve, politika ve tedbirlerin tasarlanması; şiddetin ortadan kaldırılması amacıyla uluslararası işbirliğinin yaygınlaştırması, kadına karşı ve ev içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması, kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılması amaçlanmıştır.
Bunlar, İstanbul Sözleşmesinin, masum görünen, herkesçe de desteklenebilecek olan amaçlarıdır. Bu hükümler, Sözleşmedeki hükümlerin “BAL” kısmı olarak tavsif edilebilir.
Sözleşmenin, bir de satır aralarında yayılmış ikinci tür maksadına temas etmek gerekiyor. KADEM, Sözleşmenin satır aralarına yayılan bu kısmına temas etmemiştir. Bu ikinci tür maksatlar kapsamında, Sözleşmede yer verilen “toplumsal cinsiyet”, “cinsel yönelim”, “cinsel kimlik” kavramları yoluyla, hukuken meşru evliliklerle ortaya çıkan aile kurumu yanında, başta eşcinsel evlilikler olmak üzere, her türlü gayrı meşru birlikteliklerin hukukî bir hak olarak teminata kavuşturulması da amaçlanmaktadır.
Birincisine hiç kimse itiraz edemeyeceği için, ikinci tür maksatlar, birincinin gerisine saklandırılarak haklılaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ikinci tür maksatlar, “BALın içine zehir katılması”na benzetilebilir. Asıl karşı olunan ve AK Parti tarafından savunulan muhafazakâr değerleri alt üst eden maksatlar bu ikinci tür olanlardır.
2- KADEM’in açıklamalarının 5. maddesinde, bu Sözleşmede, LGBT eğilimlerini hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik herhangi bir hükmün mevcut olmadığı, aynı cinsiyetten olan çiftlerin yasal olarak tanınması da dâhil olmak üzere cinsel yönelimle ilgili ortaya yeni standartların konulmadığı belirtmektedir.
Oysa bu Sözleşmede yer alan “cinsel yönelim ve cinsel kimlik” ifadelerinin, Avrupa Konseyi’nce bu Sözleşme için açıklayıcı metin olarak hazırlanan “The Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence against Women and Domestic Violence (Istanbul Convention): Questions and Answers”de, lezbiyen, biseksüel, gay ve trans bireyleri de kapsadığı belirtilmektedir. Nitekim AİHM içtihatları da bu açıklamayı teyit edici yöndedir.
Bu hükümlerle, “cinsel yönelim” ve “cinsel kimlik” adına, her türlü sapık olgular, hukuken legal hale getirilmiş olmaktadır. LGBTİ+ örgütleri, Sözleşmenin bu hükmüne istinat ederek, siyasi iktidarların, LGBTİ+ haklarına dair ifadelerin ve statülerin anayasallaştırılması ve yasallaştırılması konusunda hukuki yükümlülüklerinin olduğunu ifade etmektedirler.
Diğer yandan, resmi meşru aile kurumu yanında, her türlü birlikteliklere, aile kurumu gibi meşruiyet koruması sağlanmaktadır. Sözleşmenin 3/b bendine göre, “‘ev içi şiddet’, fiili gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın, daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya ev içinde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan partnerler arasında meydana gelen fizikî, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri”dir.
Burada bahsi edilen “partner” kelimesinin, kimleri kapsadığı önem arz ediyor. Sözleşmenin muhtevasının bütünü ve “The Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence against Women and Domestic Violence (Istanbul Convention): Questions and Answers”deki izahatlar dikkate alındığında, bu kelimenin, “cinsel tercihlere göre, erkek erkeğe ya da kadın kadına eşcinsel birliktelikleri” de kapsadığı görülmektedir.
Bu hükümlerle, gerek ülkemizde gerekse birçok Avrupa ülkesinde, dinî, kültürel, teamülî, ahlakî vb. değerlerin reddettiği eşcinsel birliktelik ilişkilerini de kapsayacak şekilde çok geniş bir birliktelik ilişki şekli tercih edilerek, bunlar, hukukî teminat altına alınmıştır. Bu kişiler, resmi nikâhlı eş seviyesinde tüm haklara sahip hale getirilerek, “şiddetin önlenmesi” bahanesi altında, geleneksel aile yapısı içerisinde mevcut olan kadın-erkek kimlik ve ilişki şekillerinin tabiatı bozulmuştur. Aile yapımızla yüzde yüz çelişen yeni ilişkileri meşrulaştıran, genel ahlakî değerleri yok eden yeni cinsel kimlikleri bir hak olarak tanzim eden bu Sözleşme, aynı zamanda Anayasanın 41. Maddesi ile de açıkça çelişmektedir.
Her ne kadar burada ilk maksadın, bu tür ilişkiler esnasında yaşanan “şiddetin men edilmesi” olduğu izlenimi mevcut ise de, asıl maksadın, bunun çok ötesinde, bu tür ilişkilerin hukuki bir hak olarak teminata bağlanması olduğu görülmektedir. Bu sebepledir ki, bazı ülkeler Sözleşmeyi, ya hiç imzalanmamış veya imzalanmış ise de onaylamamış ve ya Sözleşme yasama organında reddolunmuş veyahut da bazı ülkeler Sözleşmeden çekilmiştir.
Sözleşmeyle, artık geleneksel aile kavramı yerine, “ev içi şiddet” kapsamında aileyi de kapsayacak şekilde “her türlü birlikte yaşamalar” ikame edilmiş olmaktadır.
3- KADEM’in açıklamalarının 7. maddesinde, “Evlendiklerinde eşler birbirlerinin himayesinde sevgi ve güven içerisinde yaşayacaklarını düşünürler ki bu tam olarak böyle olmalıdır. ‘Koca tecavüzü’ denilen durum, normal, sağlıklı ilişkiler değil, insan onuruna da İslam değer yargılarına da ters biçimde yaşanan zorbalıklardır” denilmektedir.
Burada mesele KADEM’in söylediği kadar basit ve masum değildir. Sözleşmenin 36. maddesinde, cinsellik, aile içi ilişkilerde de bir “HAK” olarak düzenlenmekte, resmi aile içi cinsel ilişki ile aile harici kişiler arasındaki cinsel ilişki eşitlenmekte, aile içinde rıza harici cinsel ilişki yasaklanarak, hem karının hem de erkeğin, cinsel ilişki ihtiyacının giderilmesi konusunda başkaları ile ilişki yaşaması için fiili meşruiyet zemini oluşturulmuş olmaktadır.
36. madde hükmü, TCK’nun 102/2. maddesinde de düzenlenmiştir. Cinsel ilişki bağlamında yaşanabilecek en basit tartışmalar bile, şikâyete bağlı olarak bu suçun oluşmasına sebep olabilecektir. Resmi nikâhla evli olmayanlar arasındaki rıza dışı cinsel ilişki ile resmi nikâhlı olarak evli olanlar arasındaki rıza dışı cinsel ilişkinin eşit statüde tutulması, sık sık bu tür aile içi ilişkilerin yargıya taşınmasına sebep olabilecektir. Ayrıca, cinsellik hak olarak görüldüğü halde aile içerisinde diğer eşin rızasızlığı sebebiyle cinsel ilişkiye giremeyenlerin başkaları ile cinsel ilişkiye girmeleri de Medeni Kanuna göre boşanma sebebi kabul edildiği için, kişiler çıkmaza sürüklenmektedir. Belki eşler arasındaki rızasızlık, TCK’nun 102/4. maddesinde yer alan “suçun işlenmesi sırasında mağdurun direncinin kırılmasını sağlayacak ölçünün ötesinde cebir kullanılması durumu”nun suç sayılması kabul edilebilir. Ama bunun ötesine geçilerek, TCK’nun 102/2. maddesi ile aynı muhtevaya sahip İstanbul Sözleşmesinin 36. maddesinin varlığı, devletin bu alana haddinden fazla karışması olarak değerlendirilebilir.
Diğer yandan, İstanbul Sözleşmesinin iç hukuktaki yansıması şeklinde kabul edilen 6284 Sayılı Kanunun 8/3. maddesine göre, “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir” hükmü gereği, koruyucu önlemler kapsamında diğer eşin (ki genellikle bu koca olmaktadır) evden uzaklaştırılması için, hiçbir delil ve belgeye lüzum olmaksızın kadının beyanı esas alındığı için, kolaylıkla aile içi tartışmalarda, kadının kocaya yönelik cinsel saldırı iddiasında bulunma hakkını suiistimal etme yolu aralanmış olmaktadır.
4- KADEM’in açıklamalarının 9. maddesinde, esasen doğrudan İstanbul Sözleşmesi kaynaklı olmayan ve mağdurun beyanının esas alınmasını öngören 6284 Sayılı kanun ilgili hükmünün, “…yalnızca, mağduru ölüm ve şiddet tehdidinden koruma amacıyla geçici olarak verilen tedbir kararlarında geçerli” olduğu belirtilmektedir.
Oysa fiili uygulamalar hiç de KADEM’in belirttiği gibi olmamaktadır. Ayrıca, mağdurun beyanı esas kabul edilerek geçici önlemlerin alınmasına ilişkin olarak, kanunda, “mağduru ölüm ve şiddet tehdidinden koruma amacıyla” şeklinde bir şart mevcut değildir. KADEM’in açıklamalarında belirtilen “mağduru, ölüm ve şiddet tehdidinden koruma amacıyla” şeklinde bir şart gerçekleşmeksizin, ekonomik şiddet, fiziki şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet olarak anılan şiddet türlerinden herhangi birisinin varlığının ileri sürülmesi, mağdurun beyanına istinaden önlem alınması için yeterli olmaktadır.
5- Sözleşmenin 55/1. maddesinde “Taraflar, …soruşturma ve kovuşturmaların, ... mağdurun ifadesine veya şikâyetine bağlı olmaksızın ve mağdurun ifadesini veya şikâyetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesini temin edeceklerdir” hükmü yer almaktadır.
KADEM’in açıklamalarının 15. maddesinde, bu hükme ilişkin şu ifadeler mevcuttur:
“Kamu davasına dönüşen vakaların hepsinde TCK anlamında suç teşkil eden bir eylem bulunmaktadır. Suç işlemek de kişilerin özgür iradesine bırakılacak bir konu değildir. Örneğin, bir kişinin eşiyle anlaşmazlıklar yaşaması, tartışması, sulh olmaları gibi durumlar kişilerin özgür iradeleri ile hareket ettikleri durumlardır. Ancak bir kişinin eşini dövmesi, sakatlaması veya öldürmesi gibi durumlar özgür iradesi ile hareket edebileceği alanlar olmadığı gibi aile içi değil toplumsal meselelerdir”.
KADEM’in izahatlarının aksine olarak, bu hükümle, aile içerisinde her türlü sulh yolu kapatılmakta, çatışma körüklenmekte ve ailenin parçalanması teşvik edilmektedir. Olağan şartlarda birbirlerini fiziki olarak darp edenler, yaralayanlar şikâyetlerini geri alabildikleri halde, aile içi ilişkilerde bu yol kapatılmakta, tarafların bir anda kızgınlıkla birbirlerine verecekleri fiziki zarar, geri dönülmez bir soruşturma ve yargılama sürecini başlatmaktadır. Suçun mağduru, “ben şikâyetimi geri alıyorum, bir an kızgınlıkla suç duyurusunda bulundum ise de, biz konuştuk, uzlaştık, anlaştık, artık yargılama süreci devam etsin istemiyoruz” dese de, yargılama sürmekte, daha sonra birbirleri ile can-ciğer olan eşlerden biri, diğer eşin affına, uzlaşmasına rağmen cezaevine konulmakta, bundan, diğer eş ve çocuklar mağdur olmaktadır.
Oysa bizim kültürümüzde, taraflar arasında af ve sulh kültürü hâkimdir. En ufak aile içi tartışma sonrası fiziki şiddet sebebiyle, hem cezai takibatın sonuna kadar götürülmesi, hem de ailenin yıkılması mümkün ve muhtemel hale getirilmektedir.
6- KADEM, İstanbul Sözleşmesinde, şiddetin salt toplumsal cinsiyet temelinde ele alınmasını bir eleştiri vesilesi yapmıyor. Sadece, İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğe girmesi sonrasında yaşanan şiddet eylemlerindeki artışın sadece bu Sözleşmeye bağlanamayacağını, daha başka etkenlerin de araştırılması gerektiğini belirtiyor.
Her ne kadar bu öneride isabet var ise de, burada Sözleşmeye ilişkin asıl sorun, kadına yönelik şiddetin sadece toplumsal cinsiyet temelinde düzenlenmiş olması, diğer şiddet türlerine yer verilmiş olmamasıdır. Sözleşmenin Giriş Kısmında “kadına karşı şiddetin yapısal özelliği toplumsal cinsiyete dayanmaktadır” ifadesi mevcuttur. Sözleşmede, pratik hayatta sıklıkla karşılaşılan alkol ve uyuşturucu madde kullanımı, psikiyatrik bozukluklar, kumar, yoksulluk, iletişim bozuklukları vb. kadına yönelik şiddeti önemli oranda artıran diğer şiddet faktörlerine hiç temas edilmemiştir. Şiddeti sadece “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ne indirgeyen bu yaklaşımın temel kaygısının, esasen salt kadına yönelik şiddetin önlenmesinden ziyade, bizzat klasik aile yapısının kendisinin yıpratılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.
7- KADEM’in açıklamasında temas edilmeyen ve yoğun eleştirilere konu olan bir hüküm de, Sözleşmede bahsedilen kadın kavramının kapsamına ilişkin olan hükümdür.
Sözleşmenin 3/f. fıkrasına göre, kadın kelimesi, 18 yaşından küçük kızları da kapsar. Burada hiçbir yaş sınırı gözetilmeksizin, her yaştaki bayan “ev içinde birlikte yaşama” kapsamına dâhil edilmektedir. Bu hükümle, her türlü eşcinsel ilişki ile yaşları kaç (3, 5, 7, 10, 11, 12 gibi) olursa olsun, bütün kızlarla birliktelik, bir hak olarak düzenlenmekte, bu kapsamda yer alan herkes, meşru nikâh ilişkilerindeki insanlarla, her durumda eşit hale getirilmektedir. Bu hükümle, TCK’nda suç sayılan belli yaş altı kızlarla cinsel ilişkiyi de içeren birlikte yaşamalar cezalandırılmaması gerekli bir hak olarak düzenlenmektedir. Anayasanın 90. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” hüküm yer almaktadır. İnsan hakları ile alakalı olarak kabul edilmesi halinde, bu Sözleşme TCK’ya karşı uygulama üstünlüğüne sahip hale gelecektir.
8- KADEM’in temas etmediği konulardan biri de, Devlete, teamüli, dini, kültürel vb. değerlerle mücadele yükümlülüğünün yüklenmiş olmasıdır.
Sözleşmenin 12/1. fıkrasına göre; “taraflar, ‘kadınlar ve erkekler için, alışılagelmiş roller’in bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla, kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için, gerekli tedbirleri alır”.
Burada “kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş roller” ifadesi ve “gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları” ifadesiyle, her türlü kültürel, dinî ve ahlaki değerlerimizle, örf ve adetlerimizle şekillenen, karı, koca ve evlatların birbirlerine karşı ilişkileri, tamamen inkâr edilmekte ve hatta devlete bu değerlerden uzaklaşılması için lüzumlu tedbirleri alma ödevi yüklenmektedir. Bu hükümle, “cinsel eğilim ve aile fertlerinin alışılagelmiş rollerinin değiştirilmesi” adı altında, yerleşik karı, koca ve çocuklardan teşekkül eden aile içindeki birlikte huzur içinde yaşamayı mümkün kılan aile yapısı öldürülerek, cesedin taşınması işi devlete ihale edilmektedir.
Bu hükümde, yerleşik tüm uygulamaların ortadan kaldırılmasından bahsedilirken, yerine konulması hedeflenen yeni davranış kalıplarının nereden besleneceği, her ne kadar bu hükümde muallâkta bırakılmış ise de, Sözleşmenin bütünü esas alındığında, kadın ve erkeğe ilişkin tanımlanacak yeni rollerle, başka bir toplumsal inşa süreci oluşturulmak istenmektedir.
Bu Sözleşmeyle, Ülkemizde bin yıldan fazla süredir bir geçmişi olan İslamî ahlakla olgunlaşmış aile yapımıza karşı kökünün kazınması amacıyla savaş açıldığı görülmektedir.
İstanbul Sözleşmesi 4. 36. 46. 59 maddeleri ile dini değerler, sünnet, namus, adab-ı muaşeret, hayâ, terbiye, örf ve adet gibi her türlü manevi ve kültürel değerlerimize işaret eden bütün kavramların göz ardı edilmesi bir yana bunların ortadan kaldırılması yönünde önlemlerin alınması devlete ödev olarak yükleniyor.
Sözleşmenin 42/1. maddesinde yer alan, “taraflar, bu Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında, kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır” hükmünde, kadına yönelik şiddetin yapısal özellikleri olarak, sadece kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” kaynaklı şiddet türleri üzerinde yoğunlaşılmaktadır.
Bu Sözleşme ile teminat altına alınan “cinsel yönelim”in lüzumlu kıldığı her türlü değerlerle çelişen, kültür, din, örf, adet, gelenek ve törelerin “kökünün kazınması” için taraf ülkelere ödevler yüklenmektedir.
Diğer yandan bu Sözleşmeyle, her şeyden önce, aile içi şiddet, şiddetin her türlüsüne kati bir şekilde karşı olan ve kadına yönelen her türlü şiddeti kesinlikle reddeden dinimiz ile de sıkı bir şekilde ilişkilendirilmektedir. Bu ilişkilendirmenin kabulü de mümkün değildir.
Bu hükümlere göre, bir aile üyesinin, diğer bir aile üyesine yönelik olarak dinî, teamülî veya kültürel değerleri referans alarak herhangi bir şekilde uyarması veya telkinde bulunması durumu, psikolojik şiddetin varlığı için kâfi olabilecektir.
Bu maddede “namus” kelimesi “sözde” vurgusu ile birlikte yer almaktadır. Bu vurgu ile Türk aile yapısı için manevi bağlayıcılığı bulunan namus kavramı aşağılanmış olmaktadır.
İstanbul Sözleşmesine göre, din, temelde ataerkil iktidara meşruiyet sağlamakta, kadına ikincil bir rol vermekte, her türlü geleneksel değerler, örf, adet, kültür, ahlakî değerler vb. çoğunlukla bu bakış açısıyla hedef tahtasına oturtulmaktadır.
9- KADEM’in gündeme almadığı konulardan biri de, geleneksel aile yapısına yönelik tahribattır. Sözleşmenin bütününe hâkim olan hükümlerle, karı-koca ve çocukların birbirlerine karşı mesuliyetlerine ilişkin kültürel, ahlakî, dini inanç verileri ve teamüller altüst edilmekte, karı, koca ve çocuklar tamamen birbirlerinden bağımsız ve sorumsuz hale getirilmektedir. Kadın-erkek ve çocukların aile içindeki rollerine ve karşılıklı görevlerine ilişkin dini ve ahlaki ilkelerin tamamen ortadan kaldırılması, aile içinde, birbirine karşı bağımsız, sorumsuz ve herkesin her istediğini yapabildiği bir ortamın oluşturulması amaçlanıyor. Aile kurumundaki karşılıklı sorumluluklar yok sayılarak, eşler sadece bireysellikleriyle ele alınmaktadır.
Özet olarak ifade etmek gerekirse, İstanbul Sözleşmesinin bütününe hâkim olan hükümler sebebiyle, burada bahsi edilen konulara ilişkin olarak, muhafazakâr eğilimli ya da muhafazakâr soslu liberal eğilimli politikaların uygulanması imkânsız hale getirilmektedir.
Bu vesileyle, yukarıda izah edilen sebeplerden dolayı, İstanbul Sözleşmesinin, KADEM’in bahsini ettiği şekilde masum olduğu söylenemez. Bu Sözleşme, BAL’ın, içerisine zehir enjekte edilerek topluma servis edilmesine benzetilebilir.