Son bir aydır, bir kesim, Türkiye’nin İdlib’de ne işi var diye eleştiriler getiriyor, bir diğer kesim de aksi yönde düşünceleri savunuyor. Türkiye’nin İdlib’de yer almasının lüzumsuzluğunu savunanlar, özellikle 34 kahraman askerimizin şehit olması üzerine, derhal Türk askerinin İdlib’den çekilmesi gerektiğini ve şayet kendileri iktidara gelirlerse “şehitlik tepesinin boş kalacağı”nı söylerken, diğer kesim aksi yöndeki düşünceleri savunuyorlar.
Önce Türkiye’nin İdlib’de yer alması meselesini tahlil etmek istiyorum. Türkiye’nin İdlib’le alakalı politikası, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı Politikalarının bir uzantısı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bu politikanın iki veçhesi vardır.
Birincisi, teröre karşı güvenliğin sağlanması,
İkincisi sığınmacılar meselesidir.
Sığınmacılar meselesinin de iki veçhesi mevcuttur.
Birincisi vicdanî, insanî ve ahlaki,
İkincisi, iktisadîdir.
İdlib meselesi, Türkiye’nin Suriye sınırında yürüttüğü politikaların bütünlüğünden bağımsız olarak düşünülemez. Terörle alakalı riskler burası için de geçerlidir.
Türkiye’nin, hem içeride, hem de Suriye ve Irak’taki terör unsurlarını da içerecek şekilde teröre karşı yürüttüğü mücadele konusunda şimdiye kadar iki tür politikası mevcuttu.
Birincisi, sınırın ötesi ile pek fazla alakadar olmaksızın, terör örgütlerinin salt dâhilî faaliyetlerini etkisizleştirmeye yönelik politikalar. Yakın zamanlara kadar terörle mücadele bu yönde gerçekleştirildi. Terörün haricî kaynaklarının sonlandırılmasına yönelik çabalar daha ziyade diplomatik yolların ötesine geçmedi. Bu yöntem, onbinlerce sivil vatandaşımızın, askerlerimizin, polislerimizin şehit olması ile neticelendi.
Bu dönemde, terörle mücadele eden birimlerdeki güvenlik personelinin yeterli donanıma sahip olmamaları, bu mücadelede verdiğimiz şehitlerin sayısının daha fazla olmasına sebep oldu. Ayrıca, terörle mücadelenin salt güvenlik eksenli yürütülüp, eğitim ve sosyal yönlerinin ihmal edilmesi, terörün daha da kökleşmesine sebep oldu.
İkincisi, terör örgütüne karşı içeride yürütülen yoğun mücadelenin, başta ABD ve diğer güçlere rağmen, Irak ve Suriye’nin kuzeyine de kaydırılması, bu yolla terörün dâhili unsurlarının en azından harici kaynakları ile irtibatının kısmen de olsa kesilmesi yönündeki mücadele yöntemi. Burada, artık terör unsurlarının ülkemize girişinin önlenmesi yanında, sınırlarımızda bir güvenlik koridoru oluşturularak, terör örgütlerinin ülkemize girme yollarının değişen ölçülerde tıkanması amaçlanmıştır.
Bu ikinci yol kapsamında, özellikle Suriye’nin güneyinden ülkemize yönelik topyekün silahlı kalkışmanın yapılması amacıyla, ülkemize en üstü düzeyden zarar verebilecek hazırlıkların yapılması, bu konuda terör unsurlarına ABD’nin her türlü silah ve diğer lojistik desteği veriyor olması, Türkiye’yi sınır ötesi önlem almaya mecbur bırakmıştır.
Türkiye’nin can dostu mu desem (!!!???), yoksa bir numaralı düşmanı mı desem, tam kestiremediğim ABD, hem PKK’ya, hem de onun emrindeki YPG’ye, güya DEAŞ’la mücadele etmek adına milyonlara varan hafif ve ağır silahlar vermiş, bütçeden külliyetli paralar tahsis etmiştir.
Başta Hatay olmak üzere, sınır illerimizin Suriye tarafına kazılan sığınaklar, mevziler, tüneller, aslında Türkiye’yi işgal planı idi. Türkiye, bu ikinci yöntemi tercih ederek, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı olarak adlandırılan askeri harekâtlarla bu planları bozdu.
Bütün bu gelişmeler sonrasında, sıra geldi İdlib’e. İdlib’e yönelik gerek Rus gerekse Esed Rejimi uçaklarının bombalamaları neticesinde, milyonlarca insan Türkiye sınırına sığınma amaçlı yığıldılar. Zaten Türkiye haddinden fazla sığınmacıyı ülkesinde barındırırken bir de bunların gelmesi, muhtemelen daha başka yerleşim yerlerine yapılabilecek saldırılarla bu sığınmacıların sayılarında artış ihtimalinin ortaya çıkması, Türkiye’yi zorunlu olarak bir tercihte bulunmaya itmiştir. İdlib konusunda Türkiye, ya bu gelenlerin tamamını ülkeye alacaktı ya da onları sınırda yığılmalarını sağlayarak kendi kaderlerine terk edecekti. Bugün İdlib, yarın Halep, bir başka gün bir başka şehrin bombalanması ihtimali, benzer yığılmaların olma ihtimalini artırmaktadır.
Türkiye, hem İdlib çevresini kontrol edebilmek suretiyle burada Türkiye’ye gelebilecek terör tehditlerini minimize edebilmek, hem tekrardan Türkiye sınırına sığınmacı yığılmalarını önlemek, hem de mümkünse bu sığınmacıları gerisin geri gönderilmelerini sağlayabilmek, bunun için lüzumlu güvenli ortamı oluşturmak için, otuzun üzerinde şehit verilmesi pahasına Bahar Kalkanı harekatına girişti. Elbette ki, bir şehid askerimizin hayatı bütün Suriye ordusundan daha kıymetlidir. Devletimiz de, bu bilinçle, bu harekât kapsamında askeri teçhizat ve askeri unsurlar yönünden Esed Rejimine çok büyük zayiatlar verdirdi.
İşte tam da bu süreçte, CHP ve HDP ittifakı, daha önceleri, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtlarında söylediklerinin bir benzerini İdlib’e yönelik gerçekleştirilen Bahar Kalkanı harekâtı için de söylemeye başladılar: “İdlib’de ne işimiz var”.
Bu konu ayrı bir makale konusu olduğu için, Bahar Kalkanı harekâtı ile alakalı olarak tartışılan bir diğer konuya burada temas edeceğim. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Bahar Kalkanı harekâtı ile alakalı sosyal medya hesabından Arif Nihat Asya’nın “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” şirini paylaştı. Şiirin mısraları şu şekildedir:
Şehitler tepesi boş değil, biri var bekliyor;
Ve bir göğüs, nefes almak için; rüzgar bekliyor
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye; yattığı toprak belli, tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye? Destanını yapmış, kasideye kanmış.
Bir el ki; ahretten uzanmış, edeple gelip birer birer öpsün diye fâniler!
Öpelim temizse dudaklarımız, fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgarını kesmesin gövdeler, sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasîdeler.
Geri gitsin alkışlar geri, geri gitsin ellerin yapma çiçekleri!
Ona oğullardan, analardan dilekler yeter, yazın sarı, kışın beyaz çiçekler yeter!
Söyledi söyleyenler demin, gel süngülü yiğit alkışlasınlar, şimdi sen söyle, söz senin.
Şehitler tepesi boş değil, toprağını kahramanlar bekliyor!
Ve bir bayrak dalgalanmak için; rüzgâr bekliyor!
Destanı öksüz, sükûtu derin meçhul askerin; türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli, tuttuğu bayrak belli, kim demiş meçhul asker diye? ...
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu şiire en üst perdeden tepki vererek, “Millet İttifakı’nın iktidarında şehitler tepesi boş kalacak” şeklinde bir açıklama yaptı.
Kılıçdaroğlu’nun, bu açıklamayı, hükümetin Suriye’ye yönelik uyguladığı genel politikalarına yönelik belirledikleri politikaların bütününün bir yansıması olarak yaptığı söylenebilir. Kılıçdaroğlu sadece, İdlib’e yönelik Bahar Kalkanı Harekâtı konusunda değil, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtlarında da aynı şeyi söylüyordu: “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var, Türkiye Ortadoğu bataklığına girdirilmemeli”. Fakat “şehitler tepesi boş kalacak” sözünü sadece Bahar Kalkanı Harekâtı esnasında söyledi.
Kılıçdaroğlu’nun büyük tepki çeken bu açıklamasını tahlil etmek istiyorum.
Bir kere bu açıklamanın oldukça talihsiz olduğunu söylemek isterim. Çünkü Türkiye hiç olmadık bir sebeple, kendiliğinden, milletlerarası hukuk kurallarını alt üst ederek Suriye’nin topraklarına saldırsa, yani kısaca haksız bir saldırıda bulunsa ve bu saldırı neticesinde de güvenlik görevlilerimiz vefat etseler, Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasında kısmen haklılık payı olabilirdi. Fakat, ABD destekli PKK ve YPG’nin Türkiye’ye yönelik tarihin en ağır saldırıları söz konusudur. Her ne kadar Kılıçdaroğlu, “YPG’den Türkiye’ye yönelik saldırı gelmez” dese de, Türkiye erken davranmasa idi muhtemelen geçen yılın Mayıs ayında yapılacak bir saldırı ile Hatay’da onbinlerce sivil ve askerimiz şehit olabilecekti. Bütün hazırlıklar, Mayıs ayında, Hatay’ın işgaline yönelikti. Türkiye, Zeytindalı harekâtını üç-beş ay öne alarak, bu oyunu tamamen bozdu.
Rusya, İran ve Esed Rejimi unsurlarının İdlib’e yönelik katliamları sebebiyle milyonlarca sivilin ölebilmesi ya da Türkiye’ye sığınması ihtimali, Türkiye’yi bu kez de Bahar Kalkanı harekâtını yapmaya mecbur bıraktı.
PKK, YPG ve diğer unsurlara yönelik yapılan Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı vb. bütün harekâtlar, ülkemizi meşru olarak savunmaya yöneliktir. Türkiye illa ki terör unsurlarının ülkemizin içerisine girmesini beklemek zorunda demek, artık bu aşamadan sonra işgali beklemekten öte bir mana taşımamaktadır. Türkiye’de ana muhalefet partisi Lideri Suriye’de Türkiye’yi yakından ilgilendiren ve doğrudan etkileyen hadiselerin, sadece hariçten seyrederek savuşturulamayacağını bilemiyorsa, Hatay’a yönelik hazırlıkları bilmiyorum diyorsa, harici güçlerin Türk vatanına yönelik bölücü ve parçalayıcı hedeflerini bilmiyorsa, ben söyleyecek bir söz bulamıyorum. Sözün bittiği yerdeyiz demektir.
Diğer yandan, ülke savunması için zaruret olduğu halde, “şehitler tepesi boş kalacak” demek, bu vatan işgale uğrasa da, benim iktidarım zamanımda bir askeri bile savunmaya göndermeyeceğim demektir. Şu iyi bilinmelidir, bu zihniyete göre, bu söylem, “aslında hiçbir askerimizin şehit olmaması için İstiklal Harbinin yapılmasına da gerek yoktur” demekle eş anlamlıdır. Bunun bir adım ötesi mandalığa ya da sömürülmeye razı olmaktır.
Şehitlik, Allah yolunda, vatan ve millet uğruna hayatını feda etmek, yani, “Toprakları toprak yapan üstündeki kandır; toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” demektir. Bugün şehitler tepesinde yatanlar olmasaydı, bu ülke, ya Yunanistan’ın sınırlarına dâhil olacaktı ya da bir başka ülkenin mandası ya da sömürgesi altında olacaktı. Bugün “al bayrağımız al rengini”, şehitlerin kanından, ay ve yıldız da ondaki yansımadan almıştır. Ülkemizin her karış toprağını sulayan, bu vatan için hayatlarını veren, kanlarını akıtan bu kahraman şehitlerimizin ruhlarına cehennem azabı yaşatmanın toplum vicdanında kabulü mümkün değildir.
Evet, bu ülkenin bir karış toprağının savunulması için, gerekirse bütün askerlerimiz şehit olmaya hazırdır. Ben de, sivil bir vatandaş olarak, gerekirse göğsümü gere gere bu mücadelede yerimi alarak, benim için hazırlanan şehitlik tepesindeki adrese gitmeye hazırım. Ben tek değilim, vatan ne demek, vatanın savunması ne demek, vatanın korunması için hayatını feda etmek ne demek, bunun bilincinde ve idrakinde olan herkes, vatanın savunması için hayatını feda etmeye hazırdır.
İstiklal harbinden pek fazla farkı olmayan teröre karşı mücadelemizin mahiyetini ve dehşetini idrak etmeyen bir ana muhalefet partisi ülke yönetimine nasıl talip olur, topumun yaklaşık dörtte biri bu partiye nasıl oy verir onu anlamış değilim. Ama bu parti bu zihniyetle politika yürütmeye devam ettiği müddetçe, bu milletin çoğunluğunun, serbest demokratik iradesi ile bu zihniyet mensuplarını iktidara taşıyacağını tahmin etmiyorum.