YENİ PARTİLERİN TOPLUMDA KARŞILIĞI VAR MIDIR?
12/24/2019
Kanal İstanbul projesinin somut olarak hayata aktarılması yönündeki söylemler arttıkça, bu projeye karşı olanlarla taraftar olanlar arasındaki gerilim şiddetlenerek artıyor.
Bu proje ile alakalı çok sayıda spekülasyonlar yapılıyor. Kimisi esasen bu projenin, Kanunî Sultan Süleyman’ın yapmayı planladığı bir proje olduğunu ama onun ömrünün ve çabalarının bunu başarmaya yetmediğini belirtirken, kimileri de, bunun bir ABD projesi olduğunu söylüyor. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bu projenin, hem kendisinin hayali ve hülyası olduğunu, hem de bir Türkiye projesi olduğunu dillendiriyor.
Önceleri bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından 2017 sonu ya da 2018 başlarında temelinin atılacağı belirtilen bu projenin daha henüz temeli atılmadı. Ama bir aksaklık olmazsa yakında somut olarak temelinin atılması durumunun ortaya çıkabileceği söylenebilir.
Bazıları bu projenin, ekolojik dengeyi etkilemesi yönü itibariyle çevreyi ilgilendiren yönünden söz etmekte, bir kısım kişiler, bu projenin depremi tetiklemesinden bahsederken, bazı uzmanlar da depreme sebebiyet verme noktasından bir sorun olmadığını belirmişlerdir.
Bu projenin Montrö Sözleşmesini olumsuz yönde etkileyeceğini belirtenler de var.
Bir kısım kişiler, bu projede asıl amacın belli çevrelere rant sağlamak olduğunu, bazıları da, bu proje sebebiyle yeni bir şehirleşmenin ortaya çıkacağını, esasen nüfusu olağanın ötesinde olan bu şehrin daha da yaşanamaz hale geleceğini belirtmektedirler.
Bir kısım kişilerse, bu proje kapsamında çevre katliamının yaşanacağını, onbinlerce yeşilliğin tahrip edileceğini belirtmektedirler. Hatta İstanbul’un içme suyunun da bundan zarar göreceği bu kesimlerce dillendirilen iddialar arasında yer almaktadır.
Bütün bunları söylenlerin, kesin bulgu ve delillerden dayanak aldıkları söylenemez. Bu söylemlerle büyük ölçüde, proje aleyhine algıların oluşturulmaya çalışıldığı söylenebilir.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve hükümet cenahı ise bu söylenenlerin hiçbirisinin aslının astarının olmadığını, ne pahasına olursa olsun bu projenin hayata aktarılacağını ifade etmektedir. Hatta bu tür söylemlerle, Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi Köprüleri, Yeni İstanbul Hava Limanı vb. büyük projelerin yapılmasına karşı çıkanlar, aynı saiklerle Kanal İstanbul Projesine de karşı çıkmaktadırlar. Hükümet cenahından, bu projeye karşı çıkanlara yönelik en üst perdeden verilmek istenen mesaj şudur: “Hükümet Ülkenin hayrına olan çok sayıda büyük projeleri yapmak isterken, muhalefet, ülkenin menfaatlerini yıkma pahasına bunlara mani olmaya çalışmaktadır. Hükümet ülke yararına olan büyük projeleri yapmak yönünde odaklanırken, muhalefet ne pahasına olursa olsun yaptırmamaya odaklanmaktadır”.
Anayasa Mahkemesi, son günlerde verdiği bir kararla, Kanal İstanbul ve benzeri su yolu projelerinin yap-işlet-devret modeli kapsamına alınmasına yönelik kanunun iptali istemini reddetti. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporu da bu proje için olumlu yönde bilgileri içermektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, hükümet cenahından yürütülen bütün hazırlıklar, bu projenin hayata geçirilmesine adım adım yaklaşıldığını göstermektedir.
Bütün bunları ayrıntılı olarak vermemin sebebi, her iki kesim arasındaki gerilimin kapsamını ve şiddet düzeyini belirtmektir. Bu düzeyde şiddetli gerilimin çeşitli sebepleri olabilir. Ben bu konuda, şimdilerde pek yüksek perdede dillendirilmeyen bir başka yön üzerinde durmak istiyorum. O da, “yeni bir gezi kalkışmasının planlanması projesidir”.
Kanal İstanbul ile alakalı olumlu görüş belirtilen CED raporu önceki gün askıya çıkarıldı. Bu rapor 10 gün boyunca halkın görüş ve önerileri için askıda kalacaktır. CHP İstanbul İl yönetimi, 10 günlük süre zarfında itiraz dilekçelerinin verilmesi için yoğun şekilde organize bir kampanya başlatmış durumdadır.
Bu konuda whatsapp, E-mail vd. sosyal medya araçlarıyla yürütülen kampanyalarla yoklamalar çekilmekte olduğu, bu projenin engellenmesi yönünde güçlü ve etkili bir organizasyon hazırlıklarının yapıldığı, bu konuda şiddet düzeyi oldukça yüksek kamuoyu tepkisinin oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.
Bütün bu kampanyalar, televizyon ve gazetelerde yapılan yayınlarla tamamlanmaya çalışılmaktadır. Tıpkı 1970’li yıllarda Birinci Boğaz köprüsüne gösterilen tepkilere benzer görüşler ortaya konulmaktadır.
1970’li yıllarda Boğaziçi Köprüsüne karşı Mimarlar Odası tarafından dile getirilen tepki şu şekildedir: “Boğaziçi Köprüsü Türkiye ve İstanbul’un başına gelen en büyük felakettir”. Prof. Dr. Gülten Kazgan’a göre, “Köprü yapacağımıza birkaç araba vapuru daha inşa edelim. Üretken olmayan yatırımlar Türk ekonomisi için büyük sarsıntı teşkil edecektir”. Dr. Selami Sözer’e göre, “Köprü çok hatalı ve tehlikeli bir tutum ve dünya sanatseverlerine saygısızlıktır”. Buna benzer tepkilerin sayısının yüzlerce, belki binlerce olduğu söylenebilir.
Şimdi bu tepkiyi verenlerin hemen hepsi bu köprünün üzerinden geçtiler. Şimdilerde bu köprünün gereksizliğini söyleyecek bir kişinin mevcut olduğunu tasavvur edemiyorum. Şayet gerek birinci, gerekse ikinci ve üçüncü Boğaz köprüleri, onları tamamlayan Marmaray ve Avrasya tünelleri olmasaydı, her halde İstanbul’da yaşamak imkânsızlaşırdı. Bütün bu hayatî işlevlerine rağmen, bu projelerin tamamına bazı çevreler geçmişte karşı çıktılar.
Hem sosyal medya üzerinden, hem de CHP İl yönetimi tarafından yürütülen ve CHP yönetimi tarafından da kuvvetli bir şekilde beslenen bu kampanyalarla bu proje bir nevi ülkenin en ciddi beka meselesi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bunun bir tık sonrasında, muhtemelen gezi eylemleri benzeri bir kalkışmanın fitilinin ateşlenmesi için “Kanal İstanbul için ilk kazmanın vurulması” beklenmektedir. Şimdilerde yapılanlar, bir yandan gerilimlerin şiddet düzeyini gün geçtikçe artırmak, toplumu kamplara ayırarak maksimum düzeyde germek ve kazmanın vurulacağı gün de bu yöndeki kalkışma projesini hayata geçirmektir.
Bütün bunları, kesin ve kati bir bilgiye dayalı olarak eğil, yukarıda bahsini ettiğim yoğun ve organize kampanya ve diğer faaliyetler sebebiyle bir önsezi olarak söylüyorum.
Peki, gezi kalkışması nasıl bir şeydir? Bazı kişiler, geçmiş yıllarda gerçekleştirilen gezi kalkışmasını “Türkiye’nin siyasî tarihinin en şanlı direnişi” olarak nitelendirmektedirler. Bu kişilere göre, gezi eylemleri gerekli idi, şartlar oluşursa, tekrarlanması çok da iyi olacaktır.
Esasen gezi türü eylemlerin, toplumsal fay hatlarında çatlaklara sebep olması, ekonomik tahribatlara yol açması vb. yönleri mevcut ise de, ben meselenin toplantı ve gösteri yürüyüşü hak ve hürriyeti ve hukukî meşruiyet yönü üzerinde duracağım.
Bu bağlamda şu soru sorulabilir: “Gezi eylemlerine hararetle methiyeler düzenlerin söylemleri, hak ve hürriyetler ve hukukî perspektiften ne kadar isabetlidir?
Gezi eylemlerinin yapıldığı dönemi hatırlayalım. Önce Taksim’de birkaç ağacın kesilmesi bahane edilerek eylemler başlatıldı. Daha sonra bu eylemleri yürütenler, amaçlarının birkaç ağacın çok ötesinde olduğunu belirterek, meşru demokratik hükümete karşı şiddet içerikli eylemlere yöneldiler. Bu eylemlerden bir sürü işyeri ve kamusal mekânlar, alanlar, yollar zarar gördü. Bazı vatandaşlar ve güvenlik görevlileri, yaralandılar ya da öldüler. Güvenlik birimleri, gerçekleştirilecek eylemleri resmî yollarla değil istihbarat bilgileri yollarıyla öğrenebilmekte idi. Başbakan’ın meskenine yönelik binlerce kişi tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemi, son anda istihbarat birimlerinin verdiği bilgilerden öğrenildi.
Şimdi, bu eylemlerin, ne hak ve hürriyetler yönünden, ne de Anayasal ve kanuni usuller yönünden meşru ve haklı olduğu söylenebilir; şöyle ki:
Bir kere, hiçbir demokratik ülkede, toplantı ve gösteri yürüyüşleri şiddeti içeremez. Şiddetin olduğu yerde demokratik hak ve hürriyet temelli meşruiyet ortadan kalkar. Gezi eylemlerinde, şiddet en üst düzeyde mevcuttu. Ben, bu eylemler kapsamında yaşanan şiddeti en dehşetli haliyle Ankara’da yaşadım. Bu tür şiddet eylemlerine, ne Fransa’da, ne ABD’de, ne Almanya’da, ne de ileri demokrasi olduğu söylenen diğer ülkelerde müsaade edilir. Bunun en bariz misalini, Fransa’da “Sarı Yelekliler” olarak nitelenen şiddet içerikli eylemleri yapanlara yönelik devletin takındığı katı önleyici tutumlar teşkil etmektedir.
Gelelim meselenin meşru hukukî prosedür yönüne. Gerek Anayasaya, gerekse ilgili kanunlara göre, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılmasında, “bildirim” sistemi kabul edilmiştir. Yani bu organizasyonları yapacak olanlar, bu yöndeki talepleri yerleşim yerindeki en üst mülki idari amire iletirler. Burada maksat izin istemek değil, toplantı ya da gösteri yürüyüşünün yapılacağı yerin belirlenmesi ve talepte bulunan tarafa bunun bildirilmesidir.
Burada iki maksat söz konusudur. Birincisi, toplantı ve gösteri yürüyüşünün yapılacağı mekânın belirlenmesi, ikincisi, gerek toplantı ve gösteri yürüyüşünü yapanların başkalarına, gerekse başkalarının bu gruba zarar vermelerini önlemek için lüzumlu önlemlerin alınmasıdır.
Bu vesileyle, geçmişte yaşanan gezi eylemlerinin, diğer yönlerden verdiği tahribatlar bir yana, burada belirttiğim yönler itibariyle de tamamen gayrı meşru olduğu çok açıktır. Bu açıklığa rağmen gezi eylemlerinin şanlı bir direniş olduğunu söylemek, siyasî ideolojik bir değerlendirme olmanın yanında, esasen şiddetin savunulması bağlamında cezaî sorumluluğu da gündeme getirecek kadar, gayr-ı hukukîdir. Ayrıca, hiçbir şiddet içerikli eylemin meşru bir hak ve hürriyet kullanımı olduğu söylenemez.
Benzer içerikli bir eylem hazırlığının da, yukarıda izahını ettiğim gerekçelerle hukukî ve meşru olacağı söylenemez. Bunun adı, hak ve hürriyetlerin ötesine geçerek, bir diğer ifadeyle hak ve hürriyetler kötüye kullanılarak kamuya ve kişilere zarar vermektir. Yani, meşru bir demokratik yönetime karşı gayr-ı meşru yollarla kalkışmada bulunmaktır.
Elbette ki muhalefet, meşru ve hukukî yollarla bu projeye karşı çıkabilir. Engellemek için, anayasal ve hukukî bütün yolları zorlayabilir. Şiddete ve kanun dışı yönelimlere vardırmadıkça her türlü kampanyaları düzenleyebilir. Bütün bunlardan sonra bu projeyi engelleyemezse, yapacağı şey hükümeti halka şikâyet etmek, bu icraatın sahiplerine seçimler yoluyla halktan alacakları oylarla demokratik şekilde ceza kesmektir. Buna da güçleri yetmiyorsa, yani bu konuda halkı ikna edemiyorlarsa, neticeyi kabullenmekten başka yapacakları bir şey yoktur.
Demokrasi, hukuk devleti, meşru yönetim, gayr-ı meşru yollara kapalıdır. Buna rağmen, meşruiyet sınırlarını zorlayarak şiddete yönelenlerin, hem ülkeye, hem de Türk halkına vereceği zararın hesabını şimdiden yapabilmek zordur.
Artık muhalefetin, yüz küsür yıldır ilerletmeye çalıştığımız demokrasi tecrübeleri ile uyumlu olarak iktidar oyununu anayasal kurallara göre oynaması gerekir. Aksi yönelimlerden sürekli Türkiye zarar görüyor. Bir türlü normalleşemiyoruz. Gücünüz yetiyorsa, halkı ikna edebiliyorsanız, meşru demokratik yollarla iktidara gelirsiniz. O zaman, Kanal İstanbul’u taşlarla, topraklarla, kum ve çakıllarla doldurarak kapatır, yeni İstanbul Hava Limanının kapısına kilit vurur, Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi Köprülerini yıkarsınız. Bütün bunları yaptığınız zaman bu millet sizi nereye fıncıtır (fırlatma kelimesinin Hatay / Hassa yöresine mahsus ifadesi) Allah bilir. Böyle bir işe giriştikten sonra, halkın demokratik yollarla kesmesi muhtemel olan bu ağır bedeli kabullenmekten başka yapılacak bir şey olmasa gerek.
Misafir 8 Ocak 2020 Çarşamba 08:56
|
Misafir 4 Ocak 2020 Cumartesi 06:50
|
Misafir 31 Aralık 2019 Salı 06:58
|