Evrensel tanımına göre gazeteler/gazeteciler haber verir, kamu adına sorgular, eleştirir…
Bir gazeteciyi mesleki anlamda bu edimlerin tatmin etmesi beklenir.
Gazeteden beklenen de bu işlevi yerine getirmesidir.
Ki taşları yerine oturmuş toplumlarda bu evrensel normlara daha fazla yaklaşılmış, haberler yorum değil haber, gazeteci tetiğin başındaki nişancı değil gazetecidir.
Ama bizde gazeteciler bu asli görevlerini sadece yan uğraş olarak yerine getirir, asıl kendilerini topluma, meslektaşlarına, ülkeye ve daha ne varsa her şeye ayar verecek bir konumda görür.
Denilebilir ki “Bu ne göz alıcı bir idealizm. Daha ne istiyoruz?” Öyle ya, bu kadar idealistin doluştuğu bir meslek grubu en temiz, en kusursuz, en yapıcı bir dinamik olarak örnek oluşturuyor!
Ama işte kazın ayağı maalesef öyle değil.
Meşhur bir söz vardır: Ele verir talkını kendi yutar saklımı. Tuhaf bir şekilde derin çelişkiye işaret eden bu söz de yine en iyi gazeteciler üzerine oturur.
Mesela bakarsınız ki basınımız amiral gemisi olarak her tartışmada en önde yer alan, yeni mesleki değerler yaratma ve dayatmada kimselere pabuç bırakmayan gazete ve onun kaptanı okunduğunda herkesin düşünmeden altına imza atacağı ilkeleri yine kimseye bırakmadan kendi bir bir ezer geçer, geçersiz kılar.
Mesela yeni bir gazete çıkar, tüm yerleşik kurallara savaş açarak tanımlar kendini, bu uğurda taraf olmakla övünür ama toplumu dönüştürmeye çalışırken savaş açtığı tüm yerleşik kirleri kendi iç bünyesindeki işleyişte ısrarla sürdürür, çalışanlarına karşı o sabitleri silah olarak kullanır. Çalışanlarının isyanına rağmen tüm devrimci duruşunu bir anda unutuverir.
Mesela maneviyattan arındırılmış, salt arz-talep diyalektiğine endeksli ilişki türünü olumsuzlama üzerine kendilerini konumlayan gazeteler vardır ama yayınlarında bakarsınız ki, kutsanan tek manevi değer kendi cemaatini olumlayan değerlerdir. Genel geçer bir tavır göremezsiniz.
Örnekleri gazete sayısı kadar artırıp hepsinde aynı çelişkiyi yakalayabiliriz, anlamı yok.
Anlamı olan şu: Gerçek bu kadar traji-komikken idealler çıtası neden bu kadar yüksek tutuluyor?
Kâğıt üstündeki ahkâmlar neden bu kadar üst perdeden kesiliyor?
Evrensel mesleki değerler ortadayken hala ve yine neden herkes yeni değerler yaratmakta ve dayatmaya çalışmakta ısrarcı?
Yoksa bir açık kapatma derdi mi?
Son birkaç haftanın bitmez konusu tasfiye olacak gazeteler-gazeteciler konusunu bir de buradan okumak lazım. İlke dayatma ve tasfiye manifestoları yayınlama konusunda sesi en çok çıkan gazetelerin/gazetecilerin bir şekilde gazeteciliğinin en çok tartışılanlardan olması tesadüf olabilir mi?
Mesela; tirajı konusunda spekülasyonların eksik olmadığı, gazeteciliğini mensup olduğu cemaatin çıkarlarıyla çatıştırmaması ve o doğrultuda dizayn etmesi nedeniyle tartışılan Zaman’ın Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın tasfiye tartışmasının maestrosu olması…
Mesela; her gün değişen yayın politikasıyla sadece okurlarının değil, çalışanlarının bile başını döndüren Hürriyet’in yine günde birkaç değişik kimliğe girebilen yayın yönetmeni Özkök’ün bu tartışmada ön saflarda yer alması…
Mesela; ilke konusunda sicili hiç de parlak olmayan, gazetecilik başarısı yayın yönetmenliği zamanında Akşam’ı aldığı ve götürdüğü yer ile sabit olan Serdar Turgut’un bu tartışmanın referans kaynaklarından birisi olması…
Mesela; Akif Beki’den Ahmet Hakan’a ve Reha Muhtara tutarlılık sicilleri yerlerde sürünen isimlerin tartışmadan geri durmaması…
Mesela; gün aşırı rakip grubun patronuna mektup yazıp elemanlarını gammazlayan Fehmi Koru’nun hala ilke konusunda söyleyecek sözünün olması…
Nedir Allah aşkına? Tamam, medya dördüncü güç konumunu çoktan aştı, benzersiz bir etki sahibi okur üstünde. Ama koskoca gazeteciler okuru bu kadar saf mı görüyor gerçekten?
Nesrin Savaş Kantarcı 23 Ağustos 2009 Pazar 16:32
|
CUMBADAN RUMBAYA 23 Ağustos 2009 Pazar 15:20
|