Genç nesil bilmez belki. Vaktiyle medyada “Tanrı yazarlar” tartışması vardı.
Köşe sahibi olunca kendini “küçük dağları ben yarattım” pozuna bürüyen, o köşede sanki sihirli bir şekilde bilgi ağacının meyvesinden yemiş de her şeyin bilgisine de sahip olmuş havasında ahkâm kesmedik konu bırakmayan tipleri tarif ederdi bu kavram.
Eh… Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir üstün insan pozuna bürünen bu organizmaların meslek etiği ya da en basitinden ahlaktan muaf bir dokunulmazlar mertebesinde kalem oynatmaları kaçınılmazdı.
Ki öyle oldu.
Bu savruluş peşinden “köşeler babalarımızın malı mı?” tartışmasını getirdi.
Ancak babadan kalan malın üzerinde bu kadar fütursuzca, keyfi, önüne arkasına bakmadan tepinilebilirdi.
Bu tartışmalar ne o sözde Tanrı yazarları göklerden indirdi, ne kalemlerini ya da problemli duruşlarını düzeltti.
Sadece kendilerini tanrı değil, sadece yazar olarak gören gerçek yazarların alanını daralttı, yavaş yavaş hepsinin kabuğuna çekilmesine neden oldu. Ama çekildikleri köşede bile, yazmaya devam ettiler.
Ama işte zaman…
Zaman geçti, hikâye değişti, siyasi kartlar ve buna bağlı olarak medya organlarının sahipleri ve sahipliklerin kaynağı dönüştü ve bir zamanlar nereye dönseniz mutlaka birisine çarpacağınız o Tanrı yazarlar tüm sahte tanrılar gibi birer birer devrildi.
Vasat, hızla yayılıyordu ve köşelerdeki kalemlerin gücü de yazarlıktan yazanlığa hızla evriliyordu. Yeni hikâyede ‘yazar’ yerini ‘yazan’a bıraktı.
Vasatın özelliği, hızla yayılması ve kendisi dışında başka bir seviyeye izin vermemesidir.
Öyle oldu.
Artık kalemin gücü, gücün kalemi olmuştu.
Hiç şüphesiz bunda en büyük pay, bilinçli bir şekilde toplumu kesin çizgilerle kamplara bölen siyasi akıl olsa da, medya aktörlerinin vasata gönüllü yazılması, tam da medyamızın genetik koduna uygun bir duruştu.
Her kalem bir siyasi tanrıyı temsil ediyor, en çok kraldan çok kralcılık yapan bir sıra daha öne geçiyordu.
Oysa yazan değil yazar olanlar bilir ki; yazma edimi kendi içinde içkin bir eylemdir. Tatmini de ödülü de yazıda başlar ve biter. Yazarın öz saygısıdır o kendi içinde içkin tatmin.
Ama vasatın hükümranlığında, öz saygı gibi kavramlar fazlasıyla ilkel, zamanın ötesinde, modası geçmiş, miadı dolmuş şeylerdi.
Dolayısıyla dönüp bakmadılar bile.
Dönüp bakmadıkları için, kendilerini var ettiklerini düşündükleri siyasi tanrılarından onay almak için mermileri kendi varoluşları olan silahları buldukları her hedefe ateşlediler, ateş yayıldıkça er gün daha aşağı battılar, battıkları çukuru zeminin sağlamlaşması olarak görüp el artırdılar.
An itibari ile dünya onların etrafında dönüyor simülasyonu hepsini kesiyor gibi. Ama derin bir korku var; ya bizi var eden Tanrımızın da miadı dolarsa? Öyle ya; binlerce yıllık kadim bir gerçek bize diyor ki; sahte tanrıların miadları bir şekilde doluyor.
Ve o sahte tapınmaya o kadar kaptırdılar ki kendilerini, varlığım varlığına armağan olsun duruşlarıyla tapındıkları sahte tanrıların putlarına en ölümcül darbeleri kendilerinin indirdiklerinden bile habersizler.
Olsun…
Tarih böylesi acıklı hikâyelerle doludur. İzleyelim ve hikâyenin sonunu görelim. Çünkü çok az kaldı…
Bu arada; yeni hikâye eskisinden daha iyi olmayacak. Çünkü o özlü sözde dendiği gibi; eşek arıları geldi, bal arılarını kovdu. Artık payımıza bal düşmeyecek. Ağzımızdaki kekremsi tat, bu yüzden.
Turktime/analiz