İstanbul Sözleşmesi, küreselci aktörlerin, salt Batılı felsefe ve hayat tarzını yansıtan seküler bir medeniyet projesini, sözleşmeci ülkelere dayatmalarını sağlayan bir uluslararası Sözleşmedir. Gerek Hıristiyanlık, gerek İslamiyet, gerekse sair ilahi dinlerin temel aile yapısını tahrip eden bir felsefe, bu sözleşmeyle üye ülkelerin kabulüne sunulmuştur.
Bu Sözleşmenin dayatılmasının bir diğer adı, kültürel hegemonyadır. Bu Sözleşme, sadece Türkiye için değil, dini, ahlâkî, manevi, ailevî değerleri önemseyen, Batılı ya da diğer bütün toplumsal kesimler için hegemonik bir anlam ifade ediyor. Sözleşmenin bu hegemonik özelliği, Türk Toplumu açısından çok daha belirgindir.
Bu Sözleşmeyle, LGBTİ+ gruplarının temel kutsallarının, ustaca manevralarla, kadına yönelik şiddetin önlenmesi şeklinde sunularak meşrulaştırılması amaçlanmıştır. Bu yolla, “toplumsal cinsiyet”, “cinsel yönelim”, “cinsel kimlik” ve “cinsel hürriyet” adı altında, “lezbiyen”, “biseksüel”, “gay” ve “trans birey” ilişkilerine, bu bağlamda resmi nikâhlı aile hayatı yanında nikah harici birlikte yaşamalara, kadın kadına erkek erkeğe eşcinsel evliliklere, uluslararası belge düzeyinde, kanunlardan daha etkin olarak meşruiyet sağlanmaktadır.
Sözleşmeyle, eğitimin tüm aşamalarında, devlete, cinsel yönelim, cinsel kimlik ve toplumsal cinsel eşitlikle alakalı eğitim programları kapsamında, resmî nikâhlı karı kocadan oluşan aileye ilişkin bilgi ve bilinçlenmeler geriletilerek, eşcinsel evlilikleri de içeren diğer her türlü birlikteliklerin meşruiyetine ilişkin eğitimlerin verilmesi ödevi de yüklenmektedir. Bütün bunlar, tek başına değil, kadına yönelik şiddetin lanetlenmesi perdesi altında yapılıyor.
Bu eğitimler neticesinde, devlete, çocukların, “mevcut toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri kapsamında”, her türlü çarpık ilişkilerin meşru hak olarak görüldüğü ve gerekli gördükleri zaman da tercihlerini buna göre yapabilecekleri yönünde telkinlerde bulunma ödevi yüklenmektedir. Bu tür eğitim ve yayın faaliyetleriyle, halkın zihnî dönüşümleri sağlanarak, teamülî, İslami, kültürel ve ahlâkî zeminde şekillenen aile içi kadın ve erkek rollerinin fiili pratikler itibariyle de geriletilmesi amaçlanmaktadır.
Sözleşme ile, yaş limiti belirtilmeksizin 18 yaş altı kızlarla rıza temelli olarak birlikte yaşamalar meşru bir hak olarak düzenlenmektedir. Mesela, ülkeler iç hukuklarında aksi yönde bir düzenleme yapmamışlarsa, 12 yaşındaki bir kızla bir arada yaşamak meşru görülmektedir.
Bütün ilahî dinlerin ahlâkî anlayışını, manevî değerlerini ve aile yapısını tuz buz eden bu Sözleşme hükümleri, kendisine karşı konulmaz şekle büründürülerek bir MEDENİYET PROJESİ olarak sunulmaktadır. Bu çevrelere göre Sözleşme, sadece Avrupa’da değil, dünya genelinde ALTIN STANDART olarak kabul edilmelidir. Çağdaşlık=İstanbul Sözleşmesidir. Bu Sözleşmeye karşı çıkmak ise, gerilik, bağnazlık, yobazlık, düşkünlük, çağdışılıktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” sloganıyla, bu Sözleşme ile kadının şiddete karşı korunması özdeşleştirilmekte, bu Sözleşmeye karşı çıkan herkes kadına yönelik şiddeti savunmakla yaftalanmaktadır.
Sözleşmeyle LGBTİ+ felsefeyi yansıtan hükümlerin korunması, açıkça ve tek başına yapılmamakta, kadına yönelik şiddetin önlenmesi perdesi arkasına saklanarak yapılmaktadır. Tabiri caizse bu “Sözleşmeyle, her türlü sapkın ilişkilerin, şiddetin önlenmesinin arkasına saklanılarak meşrulaştırılması yönündeki çabalar, “BAL’IN, İÇERİSİNE ZEHİR ENJEKTE EDİLEREK TOPLUMA SERVİS EDİLMESİ”ne benzetilebilir.
İstanbul Sözleşmesine Yönelik Tepkiler
İstanbul Sözleşmesine yönelik tepkiler, sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Birçok Avrupa Konseyi üyesi ülke bu Sözleşmeye karşı direnmektedir. Her ne kadar 47 Avrupa Konseyi üyesi ülkeden 34’ü bu Sözleşmeyi hem imzalamış hem de onaylamış ise de, 11 ülke imzaladığı halde onaylamamış, iki ülke de (Rusya ve Azerbaycan) hiç imzalamamıştır.
Diğer yandan imzalandığı halde onaylamanın yapılmadığı bazı ülkelerde bu Sözleşmenin onaylanmaması için ciddi toplumsal ve siyasi tepkiler ortaya konulmaktadır.
Bu yoğun tepkiler neticesinde, Macaristan’da Hıristiyan Demokratik Halk Partisine üye olan milletvekilleri tarafından İstanbul Sözleşmesi’nin “ONAYLANMAMASI” yönünde getirilen öneri, 05.05.2020 günü parlamentoda kabul edildi. Bir diğer ifadeyle, parlamentoda bu Sözleşmenin “ONAYLANMAMASI” yönünde karar çıktı. Benzer şekilde Slovakya’da da parlamentoda 2019 yılında İstanbul Sözleşmesinin onaylanması önerisi reddedildi.
Bulgaristan’da Anayasa Mahkemesi’nin, 2018 yılında İstanbul Sözleşmesini Anayasaya aykırı bulması neticesinde Sözleşmenin onaylanması süreci askıya alınmış oldu.
Polonya’da, Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro da, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye yönelik çalışmaların başlatılması için Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bir öneride bulunulacağını bildirdi.
Çekya ve Baltık ülkelerinde Katolik Kilisesi onay sürecine karşı yoğun şekilde lobi faaliyetleri yürütmektedir.
Çağdaş medeniyetçilerin İstanbul Sözleşmesini kutsallaştıran, aksi fikirlere sahip olanları aşağılayan yoğun, baskın, mütehakkim çabalarına rağmen, yukarıda sözünü ettiğim tepkiler artarak devam ediyor.
Türkiye, Batının bu büyük hegemonik küresel projesinden çekilerek, Anayasamızda “Türk toplumunun temeli” kabul edilen ailenin itibarsızlaştırılmasını hedefleyen oyunun bozulmasını amaçlayan pimi çekmiş oldu. Esasen bu tutumuyla Türkiye, diğer ülkeler için de öncülük etmiş oldu.
Türkiye’nin açtığı bu yoldan gidebilecek her bir ülke, bu küresel oyunu ciddi manada zayıflatacaktır. Nitekim bunun böyle olduğunu bilen bütün resmi ve sivil görünümlü harici güçler Türkiye’nin bu tutumunu en üst perdeden eleştirmektedirler.
Türkiye’nin bu Sözleşmeden çekilmesine Türkiye içinde de yoğun ve yaygın tepkiler ortaya konuldu. Bu kesimlerin söylemlerine göre, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekilmesiyle kadına yönelik şiddetin önü sonuna kadar açılmış, kadınlar çok daha savunmasız hale gelmiştir. Hükümet, kadına yönelik şiddeti savunan bağnazların(!) etkisinden bir an önce kurtularak, bu Sözleşmeyi tekrardan onaylamalıdır.
Türkiye’nin Sözleşmeden çekilmesi, LGBTİ+ felsefeyi cansiperane savunan küreselci hegemonik güçlere yönelik yeni bir “ONE MİNUTE” çekmektir. Öyle görünüyor ki, yakın gelecekte bu “ONE MİNUTE”ın destekçileri hız kazanacağa benziyor.
İstanbul Sözleşmesi ile Kadına Yönelik Şiddet Azaldı mı?
İstanbul Sözleşmesini savunanlara göre, bu Sözleşmenin temel amacı kadına ve aileye yönelik şiddeti önlemektir.
Nitekim bu Sözleşmeyi savunan bir siyasetçi bu konuda şu açıklamaları yapmıştır:
“İstanbul Sözleşmesi’nin hedefi kadınları, aileyi ve çocukları korumaktır. Türkiye’de son 1 yılda 304 kadın öldürüldü. Boşanmalar çığ gibi artıyor. Şiddetin bunda rolü büyüktür. İstanbul Sözleşmesi bunun için vardır”.
Bu söz kendi içerisinde azim bir çelişki taşımaktadır; şöyle ki.
Bir yandan bu Sözleşmenin, kadına yönelik şiddet azaltılarak korunmasını, ailenin yaşatılmasını amaçladığı söyleniyor, diğer yandan da bu Sözleşme zamanında şiddetin ve boşanmaların sürekli arttığı belirtiliyor. Şayet, bu Sözleşmenin hakiki amacı, kadını, aileyi, çocukları korumak, şiddeti önlemek olsaydı, yaşananların aksi yönde olması, yani kadına yönelik şiddetin ve boşanmaların azalmış olması gerekirdi. Oysa, Sözleşmenin amacı olduğu söylenenlerle tam tersi yönde gelişmeler yaşanmaktadır. Bu çelişki görülmeden, Sözleşmenin etki ve sonuçlarını sağlıklı olarak değerlendirebilmek mümkün değildir.
Bu istatistikler, İstanbul Sözleşmesinin yürürlükte olduğu dönemde, kadına yönelik şiddetin sürekli artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Demek ki, İstanbul Sözleşmesi ve uzantısı olan kanuni düzenlemeler, kadına yönelik şiddeti önlemek için yetersiz kalmaktadır. Hatta belki de, aşağıda izah ettiğim sebeplerden dolayı, şiddetin artışına katkı sağlamaktadır.
Diğer yandan kadına yönelik şiddet sadece Türkiye’de değil, esasen bütün dünya genelinde artış seyri izlemektedir. Dünya Sağlık Örgütünün son verilerine göre dünyada her üç kadından biri hayatında fizikî ve/ya da cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bunlar arasında, İstanbul Sözleşmesinin yürürlükte olduğu ülkeler de vardır. Demek ki, bu Sözleşme, iç hukuki mevzuat hükümleri ile bütünlük içerisinde şiddetin artışına mâni olamamaktadır. Burada ters giden işler var demektir. Bu ters gidişte, İstanbul Sözleşmesinin de etkili olduğu söylenebilir. Çünkü, bu Sözleşme kendisine atfedilen amaçlarla uyumlu olarak başarılı olsaydı, şiddetin en azından İstanbul Sözleşmesinin yürürlükte olduğu ülkelerde azalması gerekirdi.
İstanbul Sözleşmesinden Çekilmekle Kadınlar Savunmasız mı Kaldılar?
Bazılarına göre, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekilmesiyle 42 milyon kadına ihanet edilmiş, kadınlar tamamen her türlü şiddete karşı savunmasız kalmış oldular.
Peki Sözleşmeden çekilmenin sonucu hakikaten böyle midir?
Bu sorunun cevabı hayati derecede önem arz etmektedir.
Gerek diğer ülkelerde gerekse Türkiye’de, özelde kadına yönelik şiddetin, genelde de her türlü şiddetin önlenmesini amaçlayan düzenlemeler sadece İstanbul Sözleşmesinden ibaret değildir. Hatta İstanbul Sözleşmesine taraf olmayan ülkelerde de her türlü şiddeti önlemeyi amaçlayan çok sayıda iç hukukî düzenlemeler vardır.
Türkiye’de de aynı durum söz konusudur. 6284 Sayılı Kanun’da, Medeni Kanun’da, Türk Ceza Kanunu’nda ve diğer kanunlarda, her türlü şiddetin önlenmesini amaçlayan hukuki düzenlemeler vardır. Bunların birçoğu, İstanbul Sözleşmesinin kabulünden önce de mevcuttu.
Fakat bu kanunların bir kısmında, şiddeti amaçladığı halde, asıl amacıyla çelişerek şiddetin daha da artmasına sebep olan hükümler vardır. Şimdiye kadar, bu hükümler İstanbul Sözleşmesi ile bütünleştirilerek eleştirilmekte idi.
Bundan sonra yapılması gerekenler şu şekilde özetlenebilir:
Yeni kanuni düzenlemeler kapsamında, İstanbul Sözleşmesi ile meşrulaştırılan ve Türk toplumunun temelini teşkil eden aile yapısını yıkıcı yöndeki hükümlerden uzaklaşılmalı.
Mevcut kanunlar, sahici manada şiddeti önlemeyi amaçlayacak şekilde ıslah edilmeli.
Mutlaka, şiddetin, toplumsal, kültürel, ahlâkî, bireysel, medya vb. kaynaklarının neler olduğu üzerinde yoğunlaşılmalı. Bu yöndeki çabalarla, şiddetin bataklık kaynağı tespit edilerek, bu bataklığı kurutma amacına yönelik politikalar belirlenmeli.
Şiddetin kaynağına ulaşılarak bu kaynağın kurutulmasına yönelik politikalara yönelmeksizin, salt yaptırım temelli önlemlerle şiddetin önlenmesi mümkün değildir. Nasıl ki, sivrisineklerin kalıcı olarak ortadan kaldırılması, sadece ilaçlama yoluyla onların öldürülmeleri ile değil, sivri sineklerin üredikleri ve çoğaldıkları bataklıkların kurutulması ile mümkünse, şiddetin kalıcı bir şekilde önlenmesi de sadece yaptırımlarla değil, şiddetin ortaya çıkmasını besleyen temel etkenlerin kaldırılması ile mümkündür.
Şiddetin yayılması, Türk toplumunun temelini teşkil eden ailenin zayıflamasına, dağılmasına, boşanmaların artmasına da sebep olmaktadır. Ailenin korunması ihtiyacı da, şiddetin önlenmesi çabalarını haklılaştırmaktadır. Kısaca, şiddetin önlenmesi neticesinde ailenin korunması da sağlanmış olacaktır.
Şiddetin her türlüsünün önlenmesi konusunda, eğitim politikaları hayati önemi haizdir. Eğitimin her kademesinde, temel toplumsal değer olan ailenin güçlendirilmesinin, şiddetin gayrı insani davranış olduğunun, insan haklarının ehemmiyetinin, köklü ahlaki değerler olarak bireylere kazandırılması gerekir. Manevi ruhtan yoksun salt teknik bilgi eksenli bir eğitimin neticesi, ahlaki çöküşler, manevi buhranlar, şiddetin artması, intiharların çoğalmasıdır.
Bir yönüyle şiddet mağdurlarını korumak, diğer yönüyle de şiddeti uygulayanları cezalandırmak maksadıyla, şiddet fiilini gerçekleştirenleri sokağa atmakla yetinmek, tek başına yeterli bir çözüm değildir. Esasen bir kişiyi 3 ay, 6 ay kontrolsüz bir şekilde sokağa atmakla yetinmek, onu çok daha tehlikeli hale getirebilmektedir. Hatta, kişileri sokağa atarak cezalandırmak, onları hapsetmekten çok daha ağır sonuçları olan bir uygulamadır.
Sokağa atılan kişi, varlıklı birisi ise gider otelde kalır, ev kiralar orada kalır, bir şekilde, hayatını sürdürür. Ama, bu kişi, asgari ücretle ya da asgari ücretin de altında bir ücretle çalışan, hatta işsiz güçsüz bir kişi ise yaşayacağı dram çok tahripkâr olabilecektir. Kendisini sokakta bulan bu kişi, işsizlik ya da yetersiz ücret ortamında kalacak bir yeri yoksa ve bu haliyle sokakta kalmaya mahkûm ediliyorsa, bu durumun vereceği ruhi ızdırap, onun kinlenmesine sebep olabilecek, bu durum onu çok daha tehlikeli hale getirebilecektir.
Bu sebepledir ki, devlet, bir yandan bu kişilerin ıslahını sağlayıcı faaliyetlerde bulunmalı, diğer yandan da şiddete yönelmesini önleyici çabalara girişmelidir. Belki bunun için ıslah evleri ya da ıslah uygulamaları projesi oluşturabilir. Bu proje ile, hem bu kişilerin sokakta kalarak daha tehlikeli hale gelmeleri önlenmiş olacak, hem de ıslah edilerek topluma, hatta belki de tekrardan ailesine kazandırılmaları sağlanmış olacaktır. Bu mümkün olamasa da, en azından yeni evliliği, çok daha sağlıklı bir zeminde gerçekleştirmesi ve sürdürebilmesi için lüzumlu zihni, fikri, psikolojik, ahlâkî, kültürel donanıma kavuşturulmuş olacaktır.
Bu yöndeki önerilerin yerine getirilmesi, büyük ölçüde, hem şiddete yönelenin ıslahına katkı sağlayacak, hem de orta ve uzun vadeli eğitim politikaları ile de şiddetin kaynağı büyük ölçüde zayıflatılmış ya da kurutulmuş olacaktır. Esasen her ne kadar bu yol, uzun ve sabır gerektirir ise de, en kalıcı ve etkili olanı bu yoldur.
Bizim bulacağımız ve geliştireceğimiz bu kalıcı ve etkili yol, diğer ülkeler için de model olacaktır. Bunu başarmak, İstanbul Sözleşmesinden çekilme eylemini taçlandıracaktır. Yeter ki, bu yönde, ciddi, kapsamlı, çözüm geliştirici politikaları bulalım ve uygulayalım. İstikbal, LGBTİ+ eğilimli medeniyet tasavvurunda değil, ahlâkî, manevi, aynı zamanda da özünü ve ruhunu muhafaza ederek günün şartlarıyla da uyumlulaşan AİLE’dedir