Dünyayı gezmek mi? Ben çoktan başladım!
İngiltere'den Almanya'ya, Senegal'den Mısır’a… Hindistan’a uğrayıp Japonya’da Kyoto'ya kalbimi bırakıyorum.
Pasaportum Google, vize derdim yok, biletimi de hayaller kesiyor! Uçak biletim yok ama her hafta bir ülkeye uğruyorum.
Nasıl mı?
Şimdilik dijital pencerelerden, ekranların gerisinden…
Eh, bir gün bavul da hazır olur, valiz de pasaport da gerçek olur, kim bilir!
Şimdi izninizle, klavyemi pasaport yapıp yazıma giriş yapıyorum…
İşte dünyayı gezmek bazen yalnızca bir kahve ve bir ekranla mümkündür.
Farklı ülkelerin sokaklarında sanal bir yürüyüşe çıkmayı, insanları, şehirleri izlemeyi oldum olası severim.
(Elbette bir gözetleyici gibi değil; dünyaya başka pencerelerden bakmak, ruhuma yeni sokaklar açmak için…)
Bilinmedik bir sokağın köşesini, tanımadığım insanların adımlarını gözlemlerken içimde garip bir huzur olur. Hayal gücüm orada gezinmeye başlar. Göz, sadece bakmakla kalmaz; anlamaya, hissetmeye çalışır.
İşte bir gün yine kahvemi almış, San Francisco’nun Haight Street’ine sanal bir yolculuk yapıyordum.
Bir videoda bir genç belirdi; kolunu bacağını boşluğa savura savura yürüyordu. İlk tepkim refleks gibiydi:
"Hah, bu mahallenin delisi olmalı!"
Mahalle kültürümüzden alışığım çünkü; her sokakta bir “deli” olurdu.
Adı deli ama gönlü zengin, kimi zaman bilge, kimi zaman çocuksu…
Biz öyle öğrendik: Delilik bir kişilik hakkıydı, kontenjanı bir kişilikti.
Ama Haight Street öyle demedi.
Bir başkası geldi sonra: Hoplaya zıplaya yürüyen beyaz saçlı bir adam.
Ardından üç-beş kişilik gruplar; kimisi yolda kendi kendine dans ediyor, kimisi aniden opera söylüyor, biri ayakkabısıyla konuşuyor sandım.
Kafam iyice karıştı.
Çocukluğumdan beri bizim mahallelerde bir kişilik “deli kadrosu” vardı, burası adeta kolektif bir delirme hali!
Sonra birden durdum.
Acaba bu "delilik" değil miydi? Belki de özgürlüktü sadece.
Çünkü bizde sokakta kendi kendine konuşan biri görünce ya “deli” deriz ya da “kafayı yemiş.”
Ama belki de onlar sadece kafalarını özgür bırakmışlardı.
Bizim kafalar ise hep terbiyeli, hep diz çökmüş, hep uslu...
Hani aklımdan geçmedi değil:
“Can’la parka yürürken şöyle yolun ortasında bir Charlie Chaplin yürüyüşü denesem mi?”
Sonra sustum.
Akıl hastanesi uzak ama toplumun bakışı yakındı.
O şaşkın bakışlar arasında dans etmeye cesaretim yoktu.
Elbette vazgeçtim.
Özgürlük dedikleri şey belki de buydu:
Bir sokağın ortasında dans edebilmek.
Ayakkabıyla sohbet edebilmek.
Aslında en önemlisi hâlâ kendin olabilmek…
Bizim mahallelerde bunu yaparsan ya deli olursun ya da "yoldan çıkmış."
Bazen düşünüyorum da…
Belki de bizim mahallelerde deliler bir kişilik kontenjanla sınırlı olduğu için bu kadar usluyuz.
Oysa Haight Street'te herkes biraz "deli", herkes biraz "özgür".
Ve ben artık video izlemekle kalmıyorum.
Arada bir içimden küçük danslar yapıyorum. Elimi havaya kaldırıyor, kendimi alkışlıyor, ara sıra kendi etrafımda şöyle bir dönüveriyorum.
Gören olursa “Ne yapıyor bu?” der belki.
Ama ben bilirim, o an biraz Haight Street’teyim.
Bir gün cesaretiniz olursa, siz de ayakkabınızla sohbet edin;
dünya şaşırsa da kalbiniz gülümser.
Sevgiyle kalın...