









İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Mevcut Handikapları
Eski adı ‘İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’ olup, günümüzde 57 İslam ülkesinden oluşan üyeleriyle, Birleşmiş Milletler (BM)’den sonra Dünyada en fazla üyesi bulunan uluslararası örgüt konumunda olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), 25 Eylül 1969 yılında Fas’ın başkenti Rabat’ta kurulmuştur. O tarihten günümüze kadar, İslam âlemini ilgilendiren olaylar karşısında pek bir ağırlık ve etkinliği görülmeyen bu teşkilatın kuruluş gerekçesi ve misyonu ise, şimdiki bu silik ve etkisiz konumundan hayıflanmayı ve derin bir mahcubiyeti gerektirecek kadar ulvi bir gaye etrafında birleşme zaruretine dayanmakta idi.
Bu gaye ise; 21 Ağustos 1969’da, Avustralyalı bir Yahudi olan Denis Michael Ruhan’ın, Mescid-i Aksa’yı yakarak imhaya girişmesine karşı, tüm İslam ülkelerinde oluşan tepkiyi örgütlü bir yapı içerinde toplamak suretiyle, Müslümanların üçüncü mukaddes mabedi olan ve İsrail'in işgali altındaki Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün Siyonist saldırı ve terör eylemlerinden korunması önceliğinde, İslam dünyasının hak ve menfaatlerinin korunmasını sağlamaktı. Mescid-i Aksa’ya yönelik bu meş’um ve mel’un kundaklama saldırısı yapıldığında, dönemin İsrail başbakanı olan Golda Meir, olaydan hemen sonra yaşadığı müthiş korku ve panik halinin, ardından nasıl bir pervasız cesarete dönüştüğünü, tarihe geçecek şu sözleriyle anlatmıştı: “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannettim ki, Müslümanlar dört taraftan İsrail'e girecekler. Ama korkulan olmadı.
O zaman idrak ettim ki: Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.” İşte korktuklarının başlarına gelmemesiyle büyük bir cesaret kazanan Siyonist rejim, o tarihten günümüze kadar İslam ümmetinin halen uyanmadığını gösteren her olaydan sonra, barbarlığını hep bir adım daha öteye taşımak hususunda asla geri durmamış, işgal, zulüm ve katliamlarını artırarak sürdürme pervasızlığını alenen sergilemiştir.
Mescid-i Aksa’nın kundaklanmasından beş hafta sonra kurulmak suretiyle, İslam dünyasının kıpırdanıyormuş görüntüsü vermesiyle oluşturulan bu İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), özellikle Gazze’deki soykırım ve mezalim karşısında, kendisinden beklenen ittifak ve dayanışma ruhuna uygun davranmayarak, kuruluş amaçları istikametinde çalışma irade ve cesaretini göstermekten de maalesef son derece uzak bir görüntü ortaya koymaktadır.
İİT’nın kendisinden bekleneni şu ana kadar hayata geçirememesinin temelinde ise, varlık sebebi ve kuruluş hedeflerinin önemiyle uyumlu olmayan bir örgütlenme ve çalışma yapısına sahip olmasından başka, belki daha da öne çıkan bir faktör olarak, İİT üyesi İslam ülkelerinin çok büyük kısmının siyasal yönetim mevkilerinde, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist Batılı güçler ile Siyonist rejimin güdümündeki kukla yönetimlerin bulunması yatmaktadır. Gazze’de soykırımın başladığı süreçte, zayıf da olsa sesini çıkartıp tepki göstermeye çalışan bazı İslam ülkelerinin yöneticilerine karşı, işgalci İsrail’in başındaki Netanyahu’nun, “koltuklarınızda oturmaya devam etmek istiyorsanız sesinizi kesin” tarzındaki açık tehditkâr ve küstah söylemleri karşısında, ilgili ülke yönetimlerinin bir daha seslerini çıkaramadığına şahit olunmuştur. Bunun da ötesinde, bu ülkelerin, üyesi oldukları çatı örgüt konumundaki İİT’nın, yani dünyanın en fazla üyeli ikinci uluslararası örgütünün, üyelerinin düşürüldüğü bu acziyet ve zillete kayıtsız kalmasıyla birlikte, Siyonist terör rejiminin Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı, kınamanın dışında kayda değer hiçbir tepki koyamaması ise, İslam dünyasının nasıl bir dağınıklık ve başıbozukluk bataklığına düşürüldüğünü göstermesi bakımından bir hayli ibretliktir.
Mescid-i Aksa ve Kudüs özelinde, İslam ülkelerinin hak ve menfaatlerini korumayı ve dayanışmayı hedefleyen İİT, şimdiye kadar üye ülkelerle ilgili meselelerde, istişare ve müzakere yapmanın ve tavsiyelerde bulunmanın ötesine geçerek aksiyoner bir tavır alamamıştır. İİT’nın bu tepkisizliğinin arkasında, üye devletlerin başındaki kukla yöneticiler faktörüne ilaveten, örgütün hukuki ve idari açıdan eksik ve zayıf biçimde yapılanmış olmasının da ciddi bir etkisinin olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Yakın zamanda 51. Dışişleri Bakanları Konseyi (DBK) toplantısını 21-22 Haziran 2025’te İstanbul’da yapan İİT, değişik konularla ilgili olarak aldığı 56 karar içerisinde Gazze ile ilgili ancak birkaç karara, o da hayli etkisiz biçimde yer vermiştir.
Dünyadaki mevcut konjonktürel süreçte, öncelikle ve belki de sadece Gazze’deki soykırıma ve Siyonist barbarlığa odaklanarak bu mezalime karşı nasıl caydırıcı olunacağına kafa yorması gereken İİT, soykırımcı İsrail’i kınamak ve uluslararası toplum denilen, hayali ve boş bir algıdan ibaret yapıyı göreve çağırmaktan öteye geçemeyip, daha ziyade üye devletlerin sıradan ticari ve kültürel problemlerini görüşerek, ‘dostlar alışverişte görsün’ kabilinden, yeni bir toplanıp dağılma misyonunu daha gururla yerine getirmiştir!!. Teşkilatın, hâlihazırda içine düştüğü acziyet ve zafiyete vurgu yapması açısından, önceki toplantılarında olduğu gibi, son İstanbul toplantısında da günü kurtarmak adına aldığı kararların, barbar Siyonist rejimin, Gazze’de sürdürdüğü soykırım ve İran’a yönelik saldırganlığı karşısında bile ne kadar etkisiz ve silik kaldığını görmek mümkündür. Bu son toplantıda görüşülen konular hakkında alınan kararlardan oluşan ‘İİT İstanbul Deklarasyonu’ adlı metinde, uluslararası topluma, saldırganlığı durdurmak ve İsrail'i işlediği suçlardan sorumlu tutmak için ‘caydırıcı önlemler’ alınması ve aşırıcılıkla, nefret söylemiyle mücadele için etkili önlemler alma çağrısı yapılmıştır.
Burada trajik ve çelişkilerle dolu bir gerçeğe dikkat çekmek gerekir. Kendisine çağrı yapılan bu uluslararası toplumun, Birleşmiş Milletler (BM)’den sonra en büyük ikinci örgütü olan İİT, burada, ya düştüğü acziyeti itiraf ederek, birinci aktör konumundaki BM’nin Güvenlik Konseyindeki sömürgeci 5’lisinden medet ummakta ya da kendi kendini göreve davet etme handikapına düşmektedir. Önceki toplantı bildirilerinde olduğu gibi, yine bu İstanbul Deklarasyonu’nda da, İsrail’in saldırılarını şiddetle kınamanın, Gazze ve Batı Şeria’da Müslümanların maruz kaldıkları mezalimden derin endişe duymanın, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)'ni, soykırımcı İsrailli yetkilileri tutuklamaya teşvik etmenin, Filistin Davası’nın İİT’teki merkezi konumu vurgulamanın, İsrail’in Filistin’deki işgallerinin artışına karşı uyarı yapmanın ve Siyonist rejimin Müslümanlara karşı işlediği, insanlığa karşı suçlarına vurgu yapmanın dışında, maalesef kuruluş hedeflerini gerçekleştirmek için hiçbir şey yapamayan bu Teşkilatın, içine düşürüldüğü bu etkisiz ve silikleşmiş durumundan kurtarılıp, güçlü ve saygın bir uluslararası aktör konumuna getirilmesi çok acil bir ihtiyaç ve zaruret olarak karşımızda durmaktadır.
İslam İşbirliği Teşkilatı İçin Reform Gerekliliği ve Ortak Savunma Gücü
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, örgütlenme ve çalışma sistemine ilişkin olarak, hukuki ve idari açıdan yetersiz ve zayıf biçimde yapılanmış olmasının, bu örgütü nasıl etkili ve icrai kararlar almaktan alıkoyduğunu ve bunun ne gibi hal çarelerinin olabileceğini incelemekte fayda vardır. Aldığı kararların, Avrupa Birliği (AB) ve NATO’daki uygulamanın aksine, üyeleri açısından bağlayıcı bir güç taşımaması, İİT’nın sembolik bir görüşme ve tartışma meclisinden ibaret kalarak, etkinlik ve gücünü de neredeyse sıfıra indirmektedir.
Bir uluslararası örgütün, bağlayıcı ve icrai karar alma mekanizmaları olmadığı takdirde, kararları tavsiye, teklif ve telkin boyutundan öteye geçemez ve bu da onu, devletlerin iç hukukları karşısında, zaten emekleme sürecinde bulunan ‘uluslararası hukuk düzeni’nin basit bir konu mankenine dönüştürür. Teşkilat’ın bu konudaki eksiklik ve zafiyetini gidermek adına, bir kuruluş anlaşması hükmündeki İİT Şartı’nda revizyona gidilerek, en üst düzey karar organı olup üç yılda bir toplanan İslam Zirvesi ile her yıl toplanan Dışişleri Bakanları Konseyi’nden oluşan ikili karar yapılanmasının birleştirilerek tekli bir yapıya dönüştürülmesi ve de yılda iki defa toplanmasının öngörülmesi, çok başlılığı önlemekle birlikte, karar alma sürecini de kısaltacaktır. Adı her ne olursa olsun, söz konusu karar organının, salt ve nitelikli bir çoğunlukla aldığı kararların, üye ülkelerin tamamı için bağlayıcı olacağı hükmüne de yer vermekte yarar vardır.
Ayrıca kararların bağlayıcı olması gerektiğine ilişkin bu hükmün siyasal ve diplomatik sahada etkinliğini artırmak için de, nitelikli çoğunlukla alınan bu kararların icrai, yani hukuken uygulanması zorunlu hale getirilmesi ve uygulama süreci için de sıkı bir takip ve denetim mekanizmasının kurulması icap etmektedir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın etkin ve caydırıcı kararlar alıp uygulayabilen konuma gelebilmesi hususunda, üye ülkeler arasında olduğu kadar, üye ülkelere karşı örgüt dışındaki ülkelerden gelecek ihlal ve saldırılar hakkında bağlayıcı karar verme gücüyle donatılmış bir yargı makamının da acilen kurulması şarttır.
Bu konuda, mevcut Teşkilat bünyesinde, adı ‘Uluslararası İslami Adalet Divanı’ olan ve statüsü halen yürürlüğe girmediği için şu an aktif konumda bulunmayan bir yargı organı öngörülmüşse de, yapılacak köklü reform ile güç ve konumu artırılması gereken bu yargı makamının hayata geçirilmesi büyük önem arz etmektedir.
İİT’nın temel kurucu belgesi olan ve 2008’de Dakar’da düzenlenen 11. İKÖ Zirvesi’nde son halini alan yeni Şart, örgütün reformu yolunda önemli bir aşama teşkil etse de, İİT’nın, işgalci ve soykırımcı İsrail ve arkasındaki emperyal Batılı güçlere karşı, cebri anlamda caydırıcı ve hatta bastırıcı bir konuma gelmesi için çok daha etkili bir reform yapması kaçınılmaz görünmektedir. Bu reform kapsamında İİT’nda yapılması gereken, belki de en önemli değişiklik ise, NATO, yani Kuzey Atlantik Örgütü Anlaşması’nın 5. maddesine benzer şekilde; üye ülkelerden birine yapılan silahlı saldırının, tüm üye ülkelere yapılmış bir saldırı olarak kabul edilmesi ve bu durumda, her üye ülkenin, saldırıya uğrayan ülkeye yardım etmek için silahlı kuvvet kullanımı da dâhil, gerekli tüm eylemleri, tek veya ortak biçimde yapma hakkına sahip olmasını öngören bir kuralın kabul edilmesidir. Teşkilatın asıl temel omurgasını oluşturacak bu ilkenin hayata geçirilmesiyle, bir üyenin güvenliğinin, tüm üyelerin güvenliği anlamına geleceğinden dolayı, tüm İslam dünyasının sömürgeci ve işgalci Haçlı-Siyonist cepheye karşı kolektif bir savunma ittifakı altında toplanması da sağlanmış olacaktır.
Böyle bir aşamaya geçilmesiyle birlikte, tüm İslam ülkelerinin askeri ve ekonomik güçleri oranında yapacakları katkılarla kurulacak ortak bir askeri barış ve savunma gücünün de Teşkilat için kaçınılmaz olduğunu belirtmek gerekir. İslam ülkelerine ve Müslümanlara karşı yapılan ve yapılabilecek işgal, zulüm, soykırım ve insanlığa karşı suçlara yönelik tek vücut olarak verilecek tepkinin, artık kınama, lanetleme ve sömürgeci devletlerin güdümündeki uluslararası örgütlerden medet beklemenin çok daha ötesine geçerek, dünya nüfusunun üçte birini oluşturan İslam dünyasının İİT bünyesinde kuracağı caydırıcı bir savunma gücüyle demir yumruğunu göstermesi gerekliliği, ertelenemez bir ihtiyaç olarak kendini göstermektedir.
Kurulacak bu, barış ve savunma gücünün, İİT üyesi ülkelerin bağımsızlık ve toprak bütünlüklerine yönelik silahlı saldırıları misliyle savuşturmak suretiyle ‘bastırıcı’ bir etki göstermesinin yanı sıra, niyet ve planlama aşamasındaki saldırıları ise, daha gerçekleşmeden önlemek suretiyle de ‘caydırıcı’ bir fonksiyon icra etmesi söz konusu olacaktır. Saldırıları, daha fiiliyata geçmeden kaynağında caydırabilme potansiyelinden dolayı, İİT’nın bu savunma gücünün ‘İslam Barış Gücü’ olarak nitelendirilmesi de mümkündür. İslam İşbirliği Teşkilatı’nı, kurulduğu 1969’dan bu yana sürdürdüğü ‘adı var kendi yok’ konumundan kurtararak, 60’a yakın İslam ülkesinin, Dünya konjonktüründe gerçek bir ağırlık merkezi ve caydırıcı güç olmasını sağlayacak böylesi bir hukuki ve idari reformun tez zamanda hayata geçirilmesi büyük önem arz etmektedir.
İİT’nın, yukarıda anlatıldığı şekliyle, karar, icra ve denetim organlarıyla birlikte, yargı ve en önemlisi caydırıcı savunma gücüne sahip olmasını sağlayacak böylesi bir reform, şayet 2023 yılının ortalarına kadar yapılmış olsaydı, İsrail’in ve hatta arkasındaki ABD ve diğer Batılı sömürgeci güçlerin, Gazze’deki soykırım ve insanlığa karşı suçları işlemeye ve desteklemeye ne iradesi ne de cesareti olabilirdi. Sembolik bir topluluk olmanın ötesine geçerek, ortak savunma gücü de olan gerçek bir İslam Birliği kurmanın hayli önemli bir caydırıcı güç merkezi olacağında ise asla şüphe yoktur. Böyle bir potansiyeli harekete geçirmek hususunda gösterilecek ihmal ve gevşekliğin ağır faturasına daha fazla maruz kalmadan, İİT temelindeki mevcut yapılanmayı, özellikle caydırıcı barış ve savunma gücüyle donatmak suretiyle, ismiyle müsemma bir İslam İşbirliği ve Savunma Teşkilatı’na dönüştürmenin vakti gelip de geçmektedir. Zira Osmanlı Devleti’nin ve Hilafetin sona erdirilmesini müteakip süreçte sürekli ezilen, zulmedilen, parçalanan ve sömürülen ve de son iki yıla yakındır da Gazze’de soykırıma uğrayan Müslümanların ve İslam ülkelerinin hal-i pürmelalinden kurtulmasının yolu, Haçlı-Siyonist düşman cephesine karşı siyasi, askeri ve ekonomik bir ittifak ve beraberlik kurmaktan geçmektedir. Yani bu zamanda ve bu şartlar altında İslam ülkeleri ve toplumları için en büyük farz vazifenin İttihad-ı İslam (İslam Birliği) olduğu hakikatini hayata geçirmek gerekliliği had safhada olup, bu hakikate yönelik gayret ve performansı sergilemekten de asla geri durulmamalıdır. İİT Şartı’ndaki böylesine köklü bir reformist dönüşüme karşı, sömürgeci Batılı güçlerin güdümünde olan bazı İslam ülkelerindeki yönetimler, ciddi bir muhalefet cephesi oluştursalar da, diğer üye ülkelerden oluşan bloğun, ısrarla yürüteceği yoğun diplomasi ve gayretlerle, Teşkilatı, etkisiz bir topluluk olmaktan çıkarıp, ortak savunma gücü de olan gerçek bir İslam Birliği’ne dönüştürmeye zorlaması gerekmektedir..
Misafir 4 Temmuz 2025 Cuma 10:39
|
Erdem 3 Temmuz 2025 Perşembe 21:22
|
Ali acar 3 Temmuz 2025 Perşembe 15:58
|
Ali acar 3 Temmuz 2025 Perşembe 15:58
|
İbrahim Özbay 3 Temmuz 2025 Perşembe 15:44
|